11 Haziran 2012 Pazartesi

Aziz Nesin 3

Aziz Nesin'in "Şimdi Avrupa" kitabından bir öykü;

DÜDÜKLÜ TENCERE FABRİKASI
   Yerli endüstriyi korumak hepimizin görevidir.
   Düdüklü tencere fabrikası basına bir çağrı yapınca çok sevindim. Birçok gazeteci oradaydık. Gelenleri daha kapıdan karşılıyorlardı. Müdür güler yüzlü bir adamdı. Yerinden kalkıyor, salonun kapısında gazetecilerin ellerini sıkıyor, koluna giriyor, onları rahat koltuklara oturtuyordu.
   Memleketimizde milli sanayinin  düdüklü tencere yapacak kadar ilerlemiş olmasından çok sevinçliydim. Müdür hepimize ayrı ayrı cigaralar sunduktan sonra, zile bastı, içeri giren temiz kıyafetli adamına, 
   - Beylere bak ne emrediyorlar... dedi.
   Sonra bizlere döndü,
   - Gayet güzel, nefis çilek şurubumuz var, dedi.
   Otuz kadar gazeteciydik. Kimimize çay kahve kimimize çilek şurupları geldi. Önce havalardan konuştuk. Oradan yerli filmciliğimize geldik, sonra balıkçılığımızı kalkındırmak için yapılması gereken işlere atladık. Arada, birkaç müstehcen fıkra anlatılıp gülüşüldü. İçimizde son derece espri yapmaya meraklı soğuk adamlar olduğundan salon tuluat sahnesine dönmüştü. Birara basur memelerinden şikayet eden bir gazeteciye, fabrika mühendisi bir ilaç salık verdi. Müdür nazik bir şekilde hepimizi öğle yemeğine davet etti.
   Uzun masada koçyumurtasından tutun, balık yumurtasına kadar, kuşsütünden deve sütüne, av etinden deve etine herşey vardı. Yemek o kadar gülüşmelerle, şakalaşmalarla geçti ki, azkalsın arkadaşlardan biri tavuk budu ağzında gülerken boğulacaktı.
   Yemekten sonra kahveler içildi, cigaralar tellendirildi. Gazetelerin iktisat yazarlarından çoğu, başka işleri olduğu için,
   - Malum ya, gazetecilik, diye müdürden özür dileyerek fabrikadan ayrıldılar.
   Hepimiz herşeyi bildiğimiz için musikiden atom bombasına, tiyatrodan jet uçaklarına kadar her konuda yetkiyle konuştuk. Saat on yedi olmuştu. Müdür,
   - Büfeye buyurun, dedi.
   Büfe o kadar mükemmeldi ki, öğleyin yediğimiz yemeklerin henüz hazmolmadığına hepimiz üzüldük. İştahımızı açması için içkiye kuvvet verdik. Soğuk mezelerle votka, taze meyvelerle şarap, şekerlemelerle likör, kuru meyvelerle rakı, peynir çeşitleriyle bira ve mezesiz olarak viski, cin gibi yabancı uyruklu içkiler içtik.
   Arkadaşların bir kısmı daha gitti. Ben kendi hesabıma, milli sanayimize fazla önem verdiğim için, düdüklü tencere fabrikamız hakkında ne zaman bilgi edineceğiz diye bekliyordum.
   Saat yirmiye doğru üç kişi kalmıştık.
   Bir spor yazarı, biri de gazetelerden birinde çapraz bulmaca yapan bir arkadaş, bir de ben mizah yazarı.
   Müdür, "Yedirdik, içirdik işte, daha ne bekler bu herifler..." der gibi yüzümüze bakınca, spor yazarına yavaşça sordum:
   - Ne olacak?
   - Beni müdür bey otomobiliyle götürecek, onu bekliyorum.
   Öbürünün de müdür eski arkadaşıymış. Konuşacak laf da bitmişti. Utanarak,
   - Fabrikanız hakkında biraz bilgi edinebilir miyim? diye müdür beye sordum.
   Müdür biraz şaşkın, kurşun kalemi dişlerinin arasında ezerek,
   - Ha, dedi, fabrika mı? Biliyorsunuz bu fabrika... düdük... yani... düdüklü tencere fabrikasıdır. Fabrikamızda günde yirmi yedi tane düdüklü tencere yapılır. Ben geldiğim zaman, günlük randıman beş tencereydi. Yakında bu miktarı kırk tencereye kadar çıkarabileceğimizi umuyorum. Biliyorsunuz hükümet her vatandaşı ev sahibi yapmak gibi, yine her vatandaşı eşya sahibi yapmayı da programına almıştır. Bu sebeple fabrikamızın randımanını arttıracağız. Ancak, bazı zorluklarla karşılaşıyoruz. Bu zorlukları rica ederim gazetenize yazmayın, hususi olarak size söylüyorum. Düdüklü tencere fabrikası için lazım olan malzeme, yani tencere, tencerenin kapağı, vidaları, düdük vesair parçaları hep Amerika'dan gelir. Ama biz burada monte eder, düdüklü tencere yaparız. Yani Türk işçisinin alın teriyle olur. Üzerine "Yerli Malı" diye de madeni bir etiket koyarız. Bu etiketler de Amerika'dan gelir. Fabrika, Türk ve Amerikan sermayesiyle ortak kurulmuştur. Parası bizden, akıl vermesi onlardan!
   Fakat son zamanlarda parçalar gelmediği için düdüklü tencere yapmakta zorluk çekiyoruz. Bizim düdüklü tencerelerimiz, Avrupa'nın ve Amerika'nın düdüklü tencerelerinden her bakımdan üstün. Bir kere bizim düdüklülerin sesi gayet tatlıdır. Mesela tencerenize fasulye koydunuz da pişti , değil mi? Düdük öyle tatlı, öyle ahenkli öter ki, radyoda saz takımı çalıyor sanırsınız. Halbuki Amerika ve Avrupa'nın düdüklü tencereleri, birdenbire tiz bir sesle öterler. Bu yüzden kaç gebe kadın korkudan bebeğini düşürmüştür. Sonra bizim düdükler daha uzun müddet öterler. Yani her bakımdan yabancı mallarına üstündür. Yalnız dediğim gibi malzeme bulamıyoruz. Çok şükür memleketimizde düdük çok, fakat tencere yok. Şimdi biz buna karşı bir çare düşündük. Yalnız düdük yapıp piyasaya çıkarıyoruz. İsteyen tenceresini kendi alır, yemeğini pişirir. Arasıra gider bakar, yemek pişmişse düdüğü öttürür, yemek pişti diye haber verir. Bu suretle düdüklü tencere sahibi olur.
   Hem bunun başka faydaları da var: İsteyen düdük yerine, boru, keman, davul kullanır. O zaman kemanlı tencere, davullu tencere olur ki, bu buluş yalnız bize mahsustur. Davullu tencere olursa, evde ve mahallede yemeğin piştiğini duymayan kalmaz.
   Müdüre verdiği bilgiden ötürü teşekkür ederek fabrikadan ayrıldım. Ertesi gün gazetelerde, gezdiğimiz fabrika hakkında, ziyafetteki gazeteciler şöyle yazılar yazmışlardı:
   "Kalkınan Sanayimiz"
   "Yerli düdüklü tencerelerimiz, her bakımdan Avrupa'dakinden üstün"
   "Yılda yirmi beş milyon düdüklü tencere yapıyoruz." ve daha neler... 




6 Haziran 2012 Çarşamba

Aziz Nesin 2

   Asıl adı Mehmet Nusret olan Aziz Nesin, 1915 yılında Heybeliada'da dünyaya geldi. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Aziz Nesin'in babasının adı Abdülaziz, annesinin adı Hanife'dir. Aziz Nesin’in annesi Hanife Hanım; sesi, yüzü, huyu ve okuma yazma bilmemesine rağmen söyleşmesiyle her bakımdan hoş, ince duygulu ve sağduyusu olan bir kadındır. Babası Abdülaziz Bey ise merhametli ama çok sinirli, hiddetli, kıskanç, coşkun bir insandır. Abdülaziz Bey, eşi Hanife Hanım’ı çok sever ancak sinirli bir yapıya sahip olduğu için zaman zaman ona kötü davranır. Gösterdiği her kötü davranıştan sonra, büyük pişmanlık duyar ama bunu da açığa vurmayı kendine yediremez. Abdülaziz Bey, evlilikleri boyunca eşine iki kez el kaldırmıştır. Bu olaylardan bir tanesi yazarın gözü önünde gerçekleşir ve ruhunda derin iz bırakır. Bu olayı Aziz Nesin'in açıklamasından okuyalım;


Annem kara bir çarşaf içinde sokağa çıkardı. Sık dokulu kara peçesini hiç kaldırmazdı yüzünden. Babamla birlikte sokağa çıkarlarsa ki pek seyrek olurdu, yan yana yürümezlerdi; (…) Annem, yemeni oyası işlediği renkli iplik kukalarından alacak. Pazar girişindeki dükkânlardan birine girdi, beni elimden tutuyor. Babam da arkamızda. Tuhafiyeci ya Rum ya Yahudi… Annem istediği şeyi söyledi. Satıcı camekândaki kukaları gösterdi. Dükkânın içi loş. Annem eğildi, sık dokulu peçe altından iyice göremediği için, eliyle peçesini aralayıp öyle baktı cam altındaki kukalara… İşte annemin suçu bu. Nasıl bir yabancı erkeğin yanında peçesini açar? Hem de Müslüman olmayan bir yabancının yanında… Oysa annem peçesini eliyle aralayıp eğilmiş, kukaya bakmıştı. İşte bu suçu yüzünden annemi dövdü babam.”


   Tam bir hilafet yanlısı olan Abdülaziz Bey'in Mustafa Kemal'e karşı tutumu serttir. Bir vatanperverdir fakat halifenin yanındadır. Aziz Nesin çoluğunu çocuğunu bırakıp Kurtuluş Savaşı'na gitmiş olan babasının Gazi'ye olan tutumunu şu sözleriyle ifade etmiştir;

“Mustafa Kemal, Ulusal Kurtuluş Savaşı başlamadan önce halka bildirisinde Makam-ı Hilafeti düşman işgalinden tahlis amacı güttüğünü söylemişti. Babam gibi pek çokları da Hilafeti, halifeyi kurtarmak için savaşa katılmışlardı. Savaştan sonra kurtarmak istedikleri hilafet tümüyle ülkeden kovulunca aldatıldıkları kanısına varmışlardı."


   Aziz Nesin eylemleri ve eserleriyle sürekli siyasi felsefenin içinde olmuş ancak aktif siyasetten özellikle uzak durmuştur. Siyaset denemesi sadece iki ay sürmüştür. 1946 yılında yakın arkadaşı Esat Adil Müstecaplı’nın ısrarı ile Türkiye Sosyalist Partisine üye olur iki ay sonra da istifa eder. Partiden istifa etmesine rağmen hayatı boyunca sosyalist çerçevenin içinde olmuştur.
   
   Nesin, eylemleri sonucunda komünizm propagandası yapmaktan birçok kez yargılanmıştır. Ancak TKP bünyesi içinde de yer almamıştır. Ayşe Şule Süzük 'Akıntıya Karşı Aziz Nesin' kitabında bu konuya dair şunları söylemiştir:  “Benim bildiğim kadarıyla Aziz hiçbir zaman Türkiye Komünist Parti’li olmadı ve devamlı TKP’lilerle karşı oldu. Fakat aslında ileri devrimci çizgiye zaman zaman ters düşse de o bir nevi içgüdüsel olarak, doğru yolda bir takım yayınlar yaptı. Muhalefet etti, iktidara, o günkü faşist iktidara ciddi muhalafet yaptı yazılarıyla”.  Aziz Nesin’in sol düşünceye yakınlığı tartışılmaz olsa da ne sol ne de sağ onun eylemlerinin yanında olmuştur. Sağ kesim tarafından komünistlikle suçlanan Nesin, sol kesim tarafından da polislikle suçlanmıştır.


   Nesin etkinlik alanını genişletmiş, genişlettikçe daha büyük işlere girişmiştir. Popüler bir yazar olmayı başaran Nesin, etki alanının kendisine bir güç sunduğunu görmüş ve bu gücü kullanmayı hiç reddetmemiştir. Örneğin Türkiye solunun büyük bir kesimi ve aydını için tartışılmaz bir genel kabul gören “Alevilik güzellemesi”, Nesin tarafından sorgulanmıştır. Sivas Katliamı’nın bir gün öncesinde Aziz Nesin kendisini izleyen geniş Alevi topluluğa: “Beş yüzyıl öncesinin değerlerine, isimlerine tapmaya utanmıyor musunuz!” diye kızmakta ve alkışlanmaktadır. Aydın olmak bir adım önde olmaktır. Toplumun önünde olmak, onu ileriye çekme çabasıdır. Ve bu çoğu zaman halkı eleştirmek, pek çok örnekte onun için ama ona rağmen düşünmek ve ona yönelmek demektir.


   Sivas Katliamıyla ilgili belgesel 7'şer dakikalık 6 video şeklinde aşağıda bulunmaktadır. İzleyin..





İnternette bulduğum "Sivas Üzerine" yazısı,


"Yanıt verilmesi gereken bir diğer konu ise, Sivas Katliamı üzerinden Aziz Nesin’e yöneltilen suçlamalar. Türkiye kapitalizmi, Sivas’taki katilleri kışkırttığı iddiasıyla Nesin’i idamla yargılarken, bir grup “aydın”, Zeynep Oral’ın çok güzel ifadesiyle, “o ama sözcüğü ile” Nesin’e saldırıp katliamda yitirdiğimiz aydınlarımıza, sanatçılarımıza, ilerici tüm insanlara hakaret etmiştir!

Bu “ama” tavrını, Barış Pirhasan’ın röportajında görmek mümkün.

Aziz Nesin’i suçlamak gerekmiyor, Sivas Katliamı’nı  sadece Aziz Nesin’i susturma operasyonu olarak okumak ciddi bir siyasi darlığın ürünü olduğu kadar, kötü niyet ifadesidir. Bu yorum, her şey bir tarafa, Birinci Paylaşım Savaşı’nı Sırbistan Prensi’nin öldürülmesi ile açıklamak kadar abestir!

Bu sayfalarda bir kez daha hatırlatmak, hatırlamak gerekiyor. Sivas bir meydan okumadır! Türkiye’de gericiliğin, 12 Eylül faşizminin beslemesi olan ve misyonunun ötesine taşarak iktidara yüzünü çeviren yobazlığın, önündeki gerçek engeli,  Türkiye solunu sindirme girişimidir. Katilleri harekete geçiren ise solun yaydığı aydınlıktan duydukları korkudur!

Gericiliğin her geçen gün etkinlik alanını genişlettiğini ve Türkiye insanını karanlığıyla kuşattığını ilk sezenlerden biri  Aziz Nesin’dir. Nesin’in Şeytan Ayetleri’nin yayımlanmasında  somutlanan, ama ona indirgenemeyecek olan laikliği tartışma ve tamamlanamamış bir hesaplaşmayı tamamlama, gericilikle hesaplaşma ve bu mücadeleyi geniş kitleleri de arkasına alarak örgütleme girişimi, gericiliğin ve Türkiye sermayesinin gericilik üzerinden kurduğu planları bozmaya yönelmiş ve gerek düzeni gerekse çıkar peşindeki gericiliği korkutmuştur. O görüntülerde, “Allahuekber” diye haykıran kitlenin acizliğini ve yaptıkları açıklamalarla taraflarını ve süreçte oynadıkları rolü belgeleyen siyasilerin katliamı onaylayan yaklaşımlarını fark etmemek mümkün değildir.

Gericilik ilerleyen süreçte genişlettiği kuşatmasını, bugün de yeni araçlarla sürdürmektedir.

Aziz Nesin, bize hesaplaşmanın bitmediğini hatırlatmaktadır!"

    

SİVAS ACISI

Ben tanırım 
Bu bulut bizim oranın bulutu 
Hemşeriyiz ne de olsa 
Benim için kalkmış ta Sivas'tan gelmiş 
Yurdumun bulutu 
Başımın üstünde yeri var 


Ben bilirim 
Bu rüzgar bizim oranın rüzgarı 
Hemşerimiz ne de olsa 
Benim için kopup gelmiş yayladan 
Yurdumun rüzgarı 
Kurutsun diye akan kanlarımı 


Ben anlarım 
Bu acı bizim ora işi, hançer acısı 
Bir ülkedeniz ne de olsa 
Aynı dili konuşsak da 
Anlamayız birbirimizi 
Hançerin nakışı 
Tanıdım acısından, Sivas işi 


Ben duyarım, duyumsarım 
Bizim oranın sızısı bu 
Binip kara bir buluta Sivas ilinden 
Sivas rüzgarında uçup gelmiş 
Helallik dilemeye 


Ey yüreğimin onmaz acıları 
Ey beynimin dinmez sancıları 
Suç ne bende, ne de sende 
Ne de olsa yurttaşımsın 
Kapalı da olsa bütün vicdan kapıları yüzüme 
Bilmelisin, bir yerin var can evimde


                                                    Aziz Nesin





5 Haziran 2012 Salı

Aziz Nesin

     Ahh Aziz'im..

  Çoğu insanımızın "Türk milletinin yüzde altmışı aptaldır." cümlesiyle aklına geldiği tiyatro, şiir, öykü, roman yazarımız. Okuduğum kitabından yapacağım alıntıları bloğuma fazla geciktirmeden yazma gereği duyuyorum. Bununla beraber Aziz Nesin'i ayrıntılarıyla araştırıyorum ve hakkında edindiğim bilgilerle kendisine olan hayranlığım biraz daha artmış bulunuyor. Aziz Nesin'in hayatına, kişiliğine geçmeden önce en cahil kesimin bile bildiği şu sözü neden ve nasıl söylediğine değinmek istiyorum. Ben de yazacağım bu yazı sayesinde öğrenmiş oldum.
   İnternette bu konu hakkında araştırma yaparken "Aziz Nesin o sözü ne zaman ve nasıl söyledi" başlıklı bir haber gözüme çarptı . İşte o haber;

  Aziz Nesin’in yaklaşık 20 yıldır tartışılan... “Türklerin yüzde 60’ı aptaldır” çıkışı... Yine 1982 Anayasa Referandumu’na dayanır. Tıpkı Müjdat Gezen’in yıllar sonra anlattığı gibi:
“İzmir Torba’da şenlik vardı, İlhan Selçuk ve Aziz Nesin’le birlikte bir panele katılmıştık. Panelin konusu mizahtı. Birisi kalktı ‘Nasrettin Hoca’nın torunları olarak zeki insanlarız değil mi?” diye sordu Aziz Nesin’e. O da ‘Yüzde 60’ı aptaldır’ dedi. Herkes alkışladı. Sonra kuliste kendisine sordum neden böyle bir şey söylediğini. O da ‘Evladım, yüzde 92 diyecektim dilim varmadı’ dedi. O zaman referandum yapılmıştı ve oy verenlerin yüzde 92’si Kenan Evren’e oy vermişti. Bu söz oradan kaldı.”

  Bir diğer karşılaştığım dergi yazısında da şunlar söylenmiş;

 "Aziz Nesin'i bu tartışmalara konu etmeden önce Türk halkı ile ilgili söylemiş olduğu talihsiz sözlerin ardındaki gerekçeleri bilmek gerekir. Bunu bilmeden salt bir millete hakaret olarak algılamak ve bu yönde kullanmak hem Aziz Nesin'e hem de Türk vatandaşlarına gerçekten hakarettir. Aziz Nesin, bu sözü söylemesinin üzerinden uzun bir süre geçtikten sonra sözlerinin yanlış anlaşıldığını ve aslında anlatmak istediklerinin çok farklı bir şey olduğunu açıklamaya çalışmıştı. Ne söylemek istediğini kısaca özetleyelim.
  Aziz Nesin Türklerin bilinçli olarak aptallaştırılmaya çalışıldığını iddia etmişti. Bu savını da şu gerekçelere dayandırıyordu: Türk halkı yıllardır kötü yönetimler nedeniyle sürekli ekonomik sıkıntılar içerisinde yaşamaya mahkûm bırakılmıştır. İnsanların öncelikleri her zaman için geçim sıkıntısı olmuştur. Bu sıkıntı içinde yaşamaya çalışan insanlar, çocukları için asla yeterli, dengeli ve sağlıklı beslenme imkânı sağlayamamıştır. Bugün ilkokullardaki çocuklara bile dengeli ve sağlıklı beslenmenin önemi anlatılırken halkın büyük bir bölümü sabah kahvaltısında çocuğuna yeterli gıdayı sağlayamamaktadır. Oysaki gelişme çağındaki çocukların sadece fiziksel değil zihinsel gelişmeleri için de birçok gıda maddesine ihtiyaçları vardır. İşte Aziz Nesin buradan yola çıkarak Türk çocuklarının en basitinden günün en önemli öğünü olduğu söylenen kahvaltılarda süt, yumurta, peynir, zeytin gibi temel maddelerden uzak kaldığını ve bu yiyeceklerden mahrum kalan çocuklarının hem fiziksel hem de zeka anlamında gelişimlerini tamamlayamadıklarını dile getirmiş ve “Türkler bilinçli olarak aptallaştırılıyor” demek istemiştir. Her fırsatta geleceğimiz olduklarını söylediğimiz çocukların nasıl ve ne koşullar altında büyütüldüğünü düşündüğümüzde bu söylemin çok da haksız olduğunu sanmıyorum. Şu anda bu yazıyı okuyan ve büyük şehirlerde yaşayan herkes kendi çevresine bakarak bu savın yanlış olduğunu düşünebilir. Ancak bu sav gerek Anadolu’nun gerekse büyük şehirlerin varoş tabir edilen gecekondu semtlerinde yokluk içerisinde yetişen çocuklarımız için geçerliliğini korumaktadır."
   İşin aslı nedir o anda ne düşünerek söylemiştir bilemiyoruz. Kimisine göre az bile söylemiştir kimisine göre böyle birşey söylediği için vatan hainidir. Hatta Atatürk'ün "Türk milleti zekidir." sözüyle kıyaslayanlar bile var. Maalesef işin magazin kısmıyla ilgilenmek herzaman kolayımıza gidiyor. Eserleriyle (Türkçe'den yabancı dillere eserleri en çok çevrilen 4.yazarımızdır), çalışkanlığıyla, kimsesiz çocuklar için kurduğu Nesin Vakfı'yla konuşacağımız Aziz'imizi böyle söylediği tek bir cümleyle yargılıyor, aşağılıyor, eleştiriyor ve daha nicesini yapıyoruz. Kim ne derse desin Aziz Nesin bu ülkenin en değerli en cesur yazarlarından biriydi. Çağdaş Türk Mizah Edebiyat'ının en büyük ustasıydı. Gerek toplumsal ve siyasal yergi, eleştiri yazılarıyla gerek kendini topluma karşı sorumlu olarak hissettiği için yaşadığı olayları, gözlemlediği insanları, toplumdaki yaraları objektif bir biçimde ustaca kaleme almasıyla 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın' kafasındaki diğer aydınlardan ayrılıyordu.

ÇOCUKLARIMA


Diyelim ıslık çalacaksın ıslık  Sen ıslık çalınca  Ne ıslık çalıyor diye şaşacak herkes  Kimse çalmamalı senin gibi güzel  Örnegin kıyıya çarpan dalgaları sayacaksın  Senden önce kimse saymamış olmalı  Senin saydığın gibi doğru ve güzel  Hem dalgaları hem saymasını severek  De ki sinek avlıyorsun sinek  En usta sinek avcısı olmalısın  Dünya sinek avcıları örgütünde yerin başta  Örgüt yoksa seninle başlamalı  Diyelim zindana düştün bir ip al  Görmediğin yıldızları diz ipe bir bir  Sonra yıldızlardan kolyeyi  Düşlemindeki sevgilinin boynuna geçir  Say ki hiçbir işin yok da düşünüyorsun  Düşün düşünebildiğince üç boyutlu  Amma da düşünüyor diye şaşsın dünya  Sanki senden önce düşünen hiç olmamış  Dalga mı geçiyor düşler mi kuruyorsun  Öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum  Düşlerini som somut görüp şaşsınlar  Böyle dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler  Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum  Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz  De ki bütün işe yarayanlar  İşe yaramaz sanılanlardan çıkar

   Aziz Nesin'in hayatını ve kitabından yapacağım alıntıyı bir diğer yazımda paylaşacağım. Çünkü bildiğiniz gibi Aziz Nesin bir blog yazısına sığacak biri değildir..


22 Mayıs 2012 Salı

Enteresan Hayvanlar

   Geçen günlerde çözdüğüm bir bulmacada "kirpiye benzeyen bir hayvan ismi" diye bir soru çıkmıştı. Çoğu insanın bilemeyeceği bu soruyu ben de tabi ki bilemedim. Fakat uzun araştırmalarım sonucunda, çıkan bir kaç harfiyle de beraber hayvanın ismini buldum ve bu tatlı hayvancık oldukça ilgimi çekti. Bu hayvanı birilerine göstermek, tanıtmak isteği duyuyordum içimde günlerdir. Etrafımdaki belli başlı kişilere anlattım, fotoğraflarını gösterdim. Onların da dikkatini çekti. Farketmediğimiz, varlığından bile haberimizin olmadığı o kadar çok canlı var ki dünyada.. İnsan düşündükçe irkiliyor. Biz insanlar tabiatın sadece bizlerden ibaret olduğunu düşünüyoruz fakat bizlerle beraber nice canlı yaşam savaşı veriyor. Araştırdığım bu hayvanla beraber yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan birkaç ilginç hayvanı da birleştirip "Enteresan Hayvanlar" adı altında bir blog yazmaya karar verdim. Sadece kitap alıntıları yaparım diye açtığım bloğumu bu konumla değişik ilgi alanlarıma da çekmiş bulundum. Hayırlı olsun..

EKİDNE

 Bulmacam da çıkan "kirpiye benzer hayvan" adıyla anılan hayvanımız Ekidne. Bu değişik ismin  yanında diğer bir adı da "Dikenli Karıncayiyen" imiş. İkinci adı orijinal olmasa da kendi hakkında biraz bilgi veriyor gibi. Bu hayvancık müdafaaya geçtiği zaman düşmanına dikenleri ile gerçekten korkunç görünür. Fakat Ekidne, düşmanıyla dövüşmek ve boğuşmak adetinde değildir. Kendini kurtarmak için daha iyi bir çaresi vardır. Şaşılacak derecede toprağı hızla kazarak gözden kaybolur. Ekidne'nin uzunluğu ortalama 40-50 santim aralığındadır. Kuyruğu ufacıktır. Dişleri olmadığı için, bu garip hayvan hep yumuşak şeyler yer. İnce bir gagaya benzeyen burun yapısının ucunda ağız deliği vardır. Ekidne'nin başlıca yiyeceği karıncalarla termitlerdir. Hayvan, karınca yuvasını kudretli pençeleriyle yarmakta, sonra ince ve uzun ağzıyla buranın minik sakinlerini kovalamaktadır. Yılana benzeyen uzun dili fırlayıp karıncaları yakalamakta ve onları damağına bastırarak ezmektedir. Ekidne'nin beslenme zamanı gecedir. Bu minik hayvan geceleri saklanır. Ekidne'ler yavaş ürerler. Dişi genellikle yılda bir yumurta yumurtlar.  Fakat bu hayvanlar kuşlar gibi yumurtalarının üzerinde kuluçkaya oturmaz, kuluçka makinesi vücudun içindedir. Bu, karnının üzerinde bulunan ve kangurunun kesesine benzeyen derinden bir ceptir. Yavrulara gıda temin eden süt bezleri de bunun içindedir. Parşömenimsi yumuşak bir kabuğu olan yumurta birkaç gün içinde çatlar, yavru da büyüyen dikenleri annesini rahatsız edinceye kadar kesenin içinde yaşar. Yavru ekidne ile yetişkin ekidne yalnız vücut yapısı itibariyle birbirinden farklıdır. Erkekle dişi arasında görünüş farkı yoktur.


Bir Dişi Ekidne'nin Alttan Görünüşü




SFENKS KEDİSİ

   Kedilere karşı hep özel bir ilgim olmuştur. Diğer hayvanlar bir yana kediler bir yana. Fakat Sfenks Kedisi diğer hemcinslerinden bir hayli farklı. Biraz ürkütücü ve korkutucu. Sfenks Kedisi 1966 yılında Canada'da ortaya çıkarılmıştır. Sfenks kedisinin en enteresan özelliği farkettiğiniz üzere tüysüz olması. Bu dominant genin aynı zamanda hayvanın vücut yapısının da değişmesine yol açması olduğu ifade edilirken, ilk tüysüz kediyi doğuran ana kedinin orta büyüklükte ve tüm kedilerin yumuşak hatlarına sahip olmasına karşın, bugünkü Sfenks Kedisi'nin istisnai uzunlukta ve gövde yapısının da sert köşeli hatlara sahip olduğu, bu açıdan, Sfenks Kedisi'nin Rex Kedi türlerinin özelliklerine sahip olduğu kaydedildi. Rex Kedileri, insanlar tarafından hatalı olarak üretilen kedi türleridir. Bu kedilerin, mutasyondan doğan bir genetik kusur sonucu kürklerin de hatalar ortaya çıkmıştır. Bu zavallı hayvanların vücutlarındaki tüyler, algılama için gerekli burun kılları dahil, kısa ve incedir. Hatta vücutlarının bazı bölgelerinde kılsızlık görülebilir. Kulakları normalden daha uzun, vücutlarına oranla kocamandır. Evet, Sfenks Kedileri dediğimiz bu canlılar genetik oynama yoluyla elde edilmişlerdir. Tüysüz bir ırk olan bu kediler, tamamen tüysüz değiller. İnce bir tüy tabakasıyla kaplı vücutları bulunan bu kedilerin bazılarının bıyık ve kaşı da oluyor. Bu kediler, reklamcıların da gözünden kaçmamış olacak ki bir jilet firmasının reklamlarıyla fazlasıyla popülerleşmiştirler. Artık bu kedilere sahip olabilmek için küçük bir servet ödemek zorunda kalabilirsiniz.





TEMBEL HAYVAN

 Orta ve Güney Amerika'da yaşayan orta büyüklükteki bu memelileri bilim adamları Eski Yunanca'da "yaprak yiyen" anlamına gelen Phyllophaga grubunda sınıflandırmışlardır. Tüm memeliler arasında en yavaş hareket eden hayvanlar olarak bilinirler. Dakikada en fazla yarım metre kadar hareket ettiği hesaplanmıştır. Tembel hayvanlar, günde 15 ila 18 saat saat uyuyarak en çok uyuyan hayvanların başında gelirler. Kalan zamanda ise yemek yerler ve tutundukları ağaç dalını değiştirirler. Pek fazla yemek yemeyip su içmedikleri de bilinmektedir, bu nedenle doğaya en az zararı olan hayvanlar olarak tanınırlar. Bu hayvanlar, keskin pençeleri sayesinde dalların üzerinde tersine doğru asılı bir şekilde yaşarlar. Yere ise yalnızca ağaç değiştirmek ve ya boşaltım yapabilmek için inerler. Sürekli ters asılı durdukları için iç organlarının yerleri bile diğer memelilerden farklıdır. Hatta tüyleri de ters yöne doğru uzar. Yaşadıkları Kosta Rika'daki tembel hayvanların ana ölüm nedenleri elektrik tellerine takılmaları ve kaçak avcılardır. Tembel hayvanlar, ağaçlarda yaşamaya uyum sağlamalarına rağmen iyi yüzücülerdir. Ömürleri 30-40 senedir. Yaşayan tembel hayvanların hepsi hepçildir. Bazı böcekleri, küçük sürüngenleri ve leşleri yiyebilirler, fakat asıl besin değerleri çoğunlukla tomurcuklar, ince filizler, yapraklar ve temek olarak ağaçlardır. Gebelik süreleri altı aydır. Yavrular hemen hemen beş haftalık olana kadar annelerine sarılarak yaşarlar. Özellikle hindistan cevizleriyle kamufle olabilecekleri palmiye ağaçlarının taçlarına kısmen yuva yaparlar. Dişiler normalde her yıl bir yavru doğurur, fakat bazı zamanlar tembel hayvanlar tembel hayvanların düşük düzeydeki hareketliliği, dişilerin erkekleri bulmasını bir yıldan fazla uzatabilir. Bu hayvanların neslinin tehlike altında olduğu bilinmektedir. Güney Amerika'nın yağmur ormanlarının devam eden yıkımıyla, diğerlerinin de bu konuma gelmesi olasıdır.

 
 





PANGOLİN

  Pangolinler bazen canlı çam kozalakları diye de adlandırılır. Çünkü hayvanın vüzudundaki kıllar değişmiş, baş, sırt, kuyruk ve bacakları kaplayan iri birbirinin üstüne binen kahverengi pullar halini almıştır. Buna karşılık vücudun alt tarafı yumuşak ve tüylü, gövdesi ve kuyruğu uzundur. Pangolin'in burnu sivridir, ucunda küçük bir ağız ve dişsiz çeneler vardır. Uzun dilini hemen hemen 30 santim kadar uzatabilir. Gözleri küçük, kulakları saklıdır. Bacakları kısadır.  Her ayağında sağlam tırnaklı beşer parmak bulunur. Hayvan pençeleriyle toprağı kazar. Bu acayip, pullu hayvanların çoğu sivri tırnakları ve kuyruklarından yararlanarak ağaca tırmanırlar. Kuyruklarını ya bir dala sararak böylece aşağıya sallanır ya da ağacın gövdesine bastırarak bir destek gibi kullanırlar. Dev pangolinle Hint türü yerde yaşar. Hint pangolini kovalandığı zaman güvene erişmek için bazen ağaca tırmanır. Pangolinlerin hepsi de geceleri faal olur. Yerde yaşayan cinsler başka hayvanların kazdıkları inlerde, ağaçta yaşayan türleri de kovuklarda dinlenir.  Pangolin, bir termit yuvasının duvarlarını unun ön tırnaklarıyla parçalar, içerideki geçitleri uzun diliyle yoklarken de yine dik ya da yarı dik durur. Kuyruğu da gözdesini destekler. Pangolinin dili yapışkandır. Hayvan termitleri ağzına almak için dilini içeri çekip uzatır; ayrıca karıncaları da yer. Hayvan dilini hızla içeri çekerek su içer. İnsanlar tarafından beslenen pangolinler genellikle fazla dayanamaz, en fazla birkaç hafta yaşayabilirler. Otopsiler bu hayvanların midelerinde çok fazla asalak olduğunu göstermiştir. Bir pangolin, New York hayvanat bahçesinde iyice çekilmiş çiğ sığır eti, pişmiş tahıl lapası, süt tozu ve karınca yumurtasıyla beslenerek dört yıl yaşamıştır. Hayvana arada sırada çiğ yumurta, hint yağı ve yoğun vitamin de verilmiştir. Ama pangolinler için termit ve karıncanın çok gerekli olduğu anlaşılmaktadır.



    Aslında bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Tabiatın canlılığını, çeşitliliğini, ilginçliğini saymakla bitiremeyiz. Şu anda benim aklımda olanlar, dikkatimi çekenler bu tatlı hayvanlar. Fakat ilerleyen zamanlar da karşıma çıkan ilginç hayvanları tekrardan burada sizinle paylaşacağım..


19 Mayıs 2012 Cumartesi

Maksim Gorki

   Bu aralar asıl adı Aleksey Maksimoviç Peşkov olan fakat Maksim Gorki adıyla tanınan Rus yazarın "Benim Üniversitelerim" kitabını okuyorum. Bu kitabı bana Oğuz Atay önerdi. Evet evet yanlış duymadınız Oğuz Atay. Merhum rüyana mı girdi de önerdi diyenleriniz olabilir. Olsun deyiniz fakat Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar" adlı kitabını okuyanlar benim neden böyle dediğimi anlayacaklardır. Bir kitabı okurken yazarın başka kitapları ballandıra ballandıra anlatmaları okuduğum kitabı yarım bırakıp anlattıkları kitabı okumaya başlamama neden oluyor. Bende Oğuz Atay'ın kitabını bitirirken bir yandan da "Benim Üniversitelerim" i okumaya başladım. Birazdan vereceğim metinleri okuduktan sonra siz de benim gibi Oğuz Atay haklıymış diyeceksiniz.
     İlk önce Maksim Gorki'yi biraz tanıyalım. Çünkü yazdıkları kadar hayatı da bir o kadar ilgi çekicidir. Gorki (1868-1936), Ninji-Novgorod'da doğdu. Henüz çocukken öksüz kalan Gorki, büyükbabasının yanında büyüdü. Masalları ile büyüdüğü anneannesinin üzerinde büyük bir etkisi vardır. Yalnızca birkaç ay okula gidebilmiştir. Onbir yaşında çırak olarak çalışmaya başlar ve Rus işçi sınıfının yaşamını yakından tanır. Gorki'yi bir gemide bulaşıkçılık yaparken okuma merakı salar. Gençlik yıllarını Kazan'da geçirirken intihar girişiminde bile bulunmuştur. Hayatı yoksulluk ve acıyla geçtiği için Rusça'da acı anlamına gelen "Gorki" takma adını kullanmıştır.  Yazarlıkla hayatını kazanmaya başlayana kadar hiç durmadan, değişik işlerde çalışıp durmuştur.
     Öğrenim göremeyen Gorki kendi kendini yetiştirir ve Rusya içinde uzun gezilere çıkar. Bu geziler sırasında devrimcilerle tanışır. Birara tutuklanır fakat kamuoyunun yoğun baskısıyla serbest bırakılır. Gorki; halkın ve sıradan insanların yanısıra ezilen yığınları ve onları başkaldırılarını da romanlarına yansıtır. Ayrıca Gorki 1 Mayıs Marşı'nın söz yazarıdır. 
    Oğlunun 1935'teki ölümünü takiben Gorki'de 1936'da ölmüştür. Her ikisinin ölümü de şüphe altındadır. Zehirlendikleri iddia edilmiş fakat kanıtlanamamıştır. 1938'de Gorki'nin NKVD (Rusya İçişleri Halk Komiserliği) başkanı tarafından öldürüldüğü itiraf edilmiştir.
   "Benim Üniversitelerim" adlı okuduğum kitabında yaşamının bir kesitini anlatmış. Her ne kadar çevirisini okusam da (ki burada çevirmenlere de büyük iş düşüyor) akıcı bir dili var ve tasvir yeteneği çok güçlü. Toplumun değişik katmanlarındaki kişileri tecrübeleri ve izlenimleriyle realist bir biçimde aktarmış.
   Evet şimdi  Maksim Gorki'den seçtiğim bir kısım metinleri okuyalım :

               -                      -                         -

   "Gelişme insanoğlunu avutmak için uydurulmuş bir kavramdır" dedi. "Yaşam akla uygun değil, her türlü anlamdan yoksun... Tutsaksız gelişme olmaz olamaz! Çoğunluk azınlığa boyun eğmezse 'İnsanlığın gelişmesi' denilen çark durur. Yaşantımızı kolaylaştırmaya çalışıyoruz derken, onu daha da zorlaştırıyor, emeği çoğaltıyoruz. Fabrikalar makinalar niçin? Daha çok makina yapabilmek için değil mi? Aptalca birşey bu! İşçiler gitgide çoğalıyor. Oysa yalnız ekmeği üreten köylü lazım bize. Ekmek, emek harcayarak doğadan alınacak yararlı tek şeydir. İnsanın ihtiyacı ne kadar az olursa, o kadar mutlu olur. İstekler çoğaldıkça özgürlük de azalır..."
   Belki tek tek bu sözcükleri değil ama, bu şaşırtıcı fikirleri, hem de böyle sipsivri, çırılçıplak bir halde ilk kez duyuyordum. Heyecandan konuşması çığlık halini alınca susuyor, gözlerini iç odalara açılan kapıya korku ile dikiyor, bir an sessizliği dinliyor ve tekrar aynı taşkınlıkla mırıldanmaya başlıyordu :
   "Şunu iyi bil: Çok az şey gereklidir insanoğluna; bir parça ekmek ve bir kadın..."
  Kadından, gizemli bir fısıltıyla, bilmediğim sözlerle, okumadığım dizelerle söz etmeye başlayınca, birden hırsız Başkin'i anımsattı bana.
       ...
   
   "Dünya'yı yöneten aşk ve açlıktır!" diyen adamın ateşli mırıltılarını dinlerken, bu sözlerin "Çar ve Açlık" devrimci broşürünün başlığı altında dizili olduğunu anımsadım. Bu anı da düşüncelerime özel bir anlam verdi.
   "Unutma, insanlar avunmak istiyor, bilgi değil"
       ...

   "Siz bizimle birliktesiniz, ama bizden değilsiniz. İşte demek istediğim bu. Aydınlar huzursuzluktan hoşlanırlar. Onlar, çok eski devirlerden beri ayaklanmalara katılmışlardır. İsa'nın idealist olduğu ve dünya dışı amaçlar uğruna ayaklandığı gibi, tüm aydınlar da bir ütopya uğruna ayaklanıyorlar. İdealist bir amaç için ayaklanıyorlar, ama onunla beraber işe yaramayan alçaklar, reziller, yeryüzünde kendilerine bir yer bulamayan ipsiz sapsızlar da ayaklanıyor... İşçi niçin ayaklanır? Devrim için, üretim araçlarının ve üretimin haklı bir şekilde paylaştırılmasını sağlamak için. İktidarı tamamen ele geçirdikten sonra devletle uyuşacaklarını mı sanıyorsunuz? Asla! Hepsi dağılacak ve herkes kendi çıkarına göre bir düzen ve sadece kendisi için rahat bir köşecik kurmaya çalışacak. Teknik mi diyorsunuz? O boğazımızdaki düğümü daha da sıkıyor, bizi daha da sağlam bağlıyor. Hayır, gereksiz zahmetten kurtulmalıyız. İnsan sessizlik ister. Fabrikalar, bilimler rahatlık getirmeyecektir. Bireyin ihtiyacı azdır. Bana sadece küçük bir ev yetiyorken ne diye kent kuracakmışım? İnsanların toplu olarak yaşadıkları yerde su yollarına, kanalizasyona, elektriğe gerek var. Ama bunlarsız yaşamayı bir deneyiniz, göreceksiniz ne kadar rahat edeceksiniz ve yaşam ne kadar kolay gelecek size. Hayır, bizde pek çok işe yaramaz şey var ve bunların hepsi de aydınların yüzünden. Bu inançla diyorum ki: Aydınlar zararlı bir sınıftır!..."
  Ona, hiç kimsenin biz Ruslar kadar yaşamı bu denli derin ve keskin bir şekilde anlamsızlaştıramadığını söyledim. Arkadaşım gülerek :
   "Rusça en özgür ulus biziz de ondan" dedi, "Yalnız darılmayınız, doğru söylüyorum ben; milyonlarca insanımız benim gibi düşünüyor, ama ne yazık ki söylemesini beceremiyorlar. 
   Yaşamı elimizden geldiğince sadeleştirmeye çalışmalıyız. Göreceksiniz o zaman insanlara karşı bu denli acımasız olmaz."
  Onunla konuşmamızdan sonra elimde olmayarak düşünüyordum. Ya milyonlarca Rus, gerçekten de devrimin ağır işkencelerine, ruhlarının derinliklerinde, sadece çalışmaktan kurtulma umudu besleyerek katlanıyorlarsa ne olacak? Az emek çok zevk... Bu gerçekleşme olasılığı bulunmayan her ütopya gibi çok çekici ve sürükleyici bir şey.
     Henrih İbsen'in şu şiirini hatırladım:

    "Ben mi tutucuyum? Asla!
    Neydiysem bugüne dek, hep aynı şeyim.
    Sevmem yerini değiştirmeyi taşların.
    Ama bütün oyunu karıştırmak isterim.
    Yalnız bir devrim anımsıyorum, en akıllısı
    Yıkabilirdi, boğabilirdi herşeyi.
    Anlıyorsunuz değil mi?
    Tufan'dan söz ediyorum.
    O zaman da aldattılar şeytanı,
    Diktatör oldu Nuh, biliyorsunuz.
    Daha dürüst yapabilseydiniz siz
    Yardıma koşmaktan kaçınmazdım.
    Uğraşın bakalım siz Tufan için.
    Kendimce iyiyi ben yapacağım.
    En büyük sevinçle Nuh'un gemisine
    Torpili atacağım..."

   

   










Deneme Bir İki

   Blog, sözlük anlamı ile; teknik bilgi gerektirmeden, kendi istedikleri şeyleri, kendi istedikleri şekilde yazan insanların oluşturabildikleri web siteleri imiş. Kelime İngilizce'den "web" ve "log" kelimelerinin birleşmesinden oluşmuş. Blog, günümüzde çoğu insanın kullandığı ve bence gelecekte herkesin mutlaka edineceği birnevi e-günlük. Bende ne zamandır bir blog açmayı planlıyordum fakat kısmet bugüneymiş. Aslında bloğu açma nedenim burada edebiyat parçalamak, hayatımda neler oluyor neler bitiyor sizlere (sizler de kimse artık, denk gelir de birisi okursa işte) anlatmak yahut "bak şu ülkeyi gezdim mutlaka gitmelisin, bak şu şehrin yemekleri harika mutlaka gidip yemelisin" tarzı öneriler sunmak değil. Ki zaten sık sık ülke gezmeye imkanları olan biri değilim. İstanbul dışına çıkabilirse öpüp başına koyan insanlardanım.
   Gelelim bu bloğu açma nedenlerime. Geçen günlerde fark ettim ki okuduğum kitaplar da ilgimi çeken metinlerin sadece altını çizmekle kalabiliyorum. Tabi kitap benimse o da. Eğer kitabı kütüphaneden almışsam değil çizmek başına birşey gelmesin diye dört dönüyorum etrafında. Altını çizdiğim o metinler kitabın bitmesiyle ya rafa kaldırılıyor ya da olur da şansa bala birinin eline geçerse ancak o zaman okunabiliyor. Bu durum uzunca bir zamandır kafamı kurcalıyordu. Bende belki bir blog açmanın bu problemime bir çözüm teşkil edeceğini düşündüm. Okuduğum kitaplardaki güzel cümleleri, önemli metinleri, usta kalemlerden çıkmış yaşam hikayelerini bu şekilde not tutmuş olabileceğim ve bloğum üzerinden geriye dönüp nerede ne okumuşum, neler ilgimi çekmiş hatırlayabileceğim. Bu neden blog açma nedenlerimin yüzde yetmişini oluşturuyor. Diğer nedenlerim de merak ve "herkesin var benim niye yok anne?" hesabı bilirsiniz. Şimdiden herkese teşekkür ediyor ve bloğumun bu güzel 19 Mayıs gününde vatana millete hayırlı olmasını diliyorum..