22 Mayıs 2012 Salı

Enteresan Hayvanlar

   Geçen günlerde çözdüğüm bir bulmacada "kirpiye benzeyen bir hayvan ismi" diye bir soru çıkmıştı. Çoğu insanın bilemeyeceği bu soruyu ben de tabi ki bilemedim. Fakat uzun araştırmalarım sonucunda, çıkan bir kaç harfiyle de beraber hayvanın ismini buldum ve bu tatlı hayvancık oldukça ilgimi çekti. Bu hayvanı birilerine göstermek, tanıtmak isteği duyuyordum içimde günlerdir. Etrafımdaki belli başlı kişilere anlattım, fotoğraflarını gösterdim. Onların da dikkatini çekti. Farketmediğimiz, varlığından bile haberimizin olmadığı o kadar çok canlı var ki dünyada.. İnsan düşündükçe irkiliyor. Biz insanlar tabiatın sadece bizlerden ibaret olduğunu düşünüyoruz fakat bizlerle beraber nice canlı yaşam savaşı veriyor. Araştırdığım bu hayvanla beraber yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan birkaç ilginç hayvanı da birleştirip "Enteresan Hayvanlar" adı altında bir blog yazmaya karar verdim. Sadece kitap alıntıları yaparım diye açtığım bloğumu bu konumla değişik ilgi alanlarıma da çekmiş bulundum. Hayırlı olsun..

EKİDNE

 Bulmacam da çıkan "kirpiye benzer hayvan" adıyla anılan hayvanımız Ekidne. Bu değişik ismin  yanında diğer bir adı da "Dikenli Karıncayiyen" imiş. İkinci adı orijinal olmasa da kendi hakkında biraz bilgi veriyor gibi. Bu hayvancık müdafaaya geçtiği zaman düşmanına dikenleri ile gerçekten korkunç görünür. Fakat Ekidne, düşmanıyla dövüşmek ve boğuşmak adetinde değildir. Kendini kurtarmak için daha iyi bir çaresi vardır. Şaşılacak derecede toprağı hızla kazarak gözden kaybolur. Ekidne'nin uzunluğu ortalama 40-50 santim aralığındadır. Kuyruğu ufacıktır. Dişleri olmadığı için, bu garip hayvan hep yumuşak şeyler yer. İnce bir gagaya benzeyen burun yapısının ucunda ağız deliği vardır. Ekidne'nin başlıca yiyeceği karıncalarla termitlerdir. Hayvan, karınca yuvasını kudretli pençeleriyle yarmakta, sonra ince ve uzun ağzıyla buranın minik sakinlerini kovalamaktadır. Yılana benzeyen uzun dili fırlayıp karıncaları yakalamakta ve onları damağına bastırarak ezmektedir. Ekidne'nin beslenme zamanı gecedir. Bu minik hayvan geceleri saklanır. Ekidne'ler yavaş ürerler. Dişi genellikle yılda bir yumurta yumurtlar.  Fakat bu hayvanlar kuşlar gibi yumurtalarının üzerinde kuluçkaya oturmaz, kuluçka makinesi vücudun içindedir. Bu, karnının üzerinde bulunan ve kangurunun kesesine benzeyen derinden bir ceptir. Yavrulara gıda temin eden süt bezleri de bunun içindedir. Parşömenimsi yumuşak bir kabuğu olan yumurta birkaç gün içinde çatlar, yavru da büyüyen dikenleri annesini rahatsız edinceye kadar kesenin içinde yaşar. Yavru ekidne ile yetişkin ekidne yalnız vücut yapısı itibariyle birbirinden farklıdır. Erkekle dişi arasında görünüş farkı yoktur.


Bir Dişi Ekidne'nin Alttan Görünüşü




SFENKS KEDİSİ

   Kedilere karşı hep özel bir ilgim olmuştur. Diğer hayvanlar bir yana kediler bir yana. Fakat Sfenks Kedisi diğer hemcinslerinden bir hayli farklı. Biraz ürkütücü ve korkutucu. Sfenks Kedisi 1966 yılında Canada'da ortaya çıkarılmıştır. Sfenks kedisinin en enteresan özelliği farkettiğiniz üzere tüysüz olması. Bu dominant genin aynı zamanda hayvanın vücut yapısının da değişmesine yol açması olduğu ifade edilirken, ilk tüysüz kediyi doğuran ana kedinin orta büyüklükte ve tüm kedilerin yumuşak hatlarına sahip olmasına karşın, bugünkü Sfenks Kedisi'nin istisnai uzunlukta ve gövde yapısının da sert köşeli hatlara sahip olduğu, bu açıdan, Sfenks Kedisi'nin Rex Kedi türlerinin özelliklerine sahip olduğu kaydedildi. Rex Kedileri, insanlar tarafından hatalı olarak üretilen kedi türleridir. Bu kedilerin, mutasyondan doğan bir genetik kusur sonucu kürklerin de hatalar ortaya çıkmıştır. Bu zavallı hayvanların vücutlarındaki tüyler, algılama için gerekli burun kılları dahil, kısa ve incedir. Hatta vücutlarının bazı bölgelerinde kılsızlık görülebilir. Kulakları normalden daha uzun, vücutlarına oranla kocamandır. Evet, Sfenks Kedileri dediğimiz bu canlılar genetik oynama yoluyla elde edilmişlerdir. Tüysüz bir ırk olan bu kediler, tamamen tüysüz değiller. İnce bir tüy tabakasıyla kaplı vücutları bulunan bu kedilerin bazılarının bıyık ve kaşı da oluyor. Bu kediler, reklamcıların da gözünden kaçmamış olacak ki bir jilet firmasının reklamlarıyla fazlasıyla popülerleşmiştirler. Artık bu kedilere sahip olabilmek için küçük bir servet ödemek zorunda kalabilirsiniz.





TEMBEL HAYVAN

 Orta ve Güney Amerika'da yaşayan orta büyüklükteki bu memelileri bilim adamları Eski Yunanca'da "yaprak yiyen" anlamına gelen Phyllophaga grubunda sınıflandırmışlardır. Tüm memeliler arasında en yavaş hareket eden hayvanlar olarak bilinirler. Dakikada en fazla yarım metre kadar hareket ettiği hesaplanmıştır. Tembel hayvanlar, günde 15 ila 18 saat saat uyuyarak en çok uyuyan hayvanların başında gelirler. Kalan zamanda ise yemek yerler ve tutundukları ağaç dalını değiştirirler. Pek fazla yemek yemeyip su içmedikleri de bilinmektedir, bu nedenle doğaya en az zararı olan hayvanlar olarak tanınırlar. Bu hayvanlar, keskin pençeleri sayesinde dalların üzerinde tersine doğru asılı bir şekilde yaşarlar. Yere ise yalnızca ağaç değiştirmek ve ya boşaltım yapabilmek için inerler. Sürekli ters asılı durdukları için iç organlarının yerleri bile diğer memelilerden farklıdır. Hatta tüyleri de ters yöne doğru uzar. Yaşadıkları Kosta Rika'daki tembel hayvanların ana ölüm nedenleri elektrik tellerine takılmaları ve kaçak avcılardır. Tembel hayvanlar, ağaçlarda yaşamaya uyum sağlamalarına rağmen iyi yüzücülerdir. Ömürleri 30-40 senedir. Yaşayan tembel hayvanların hepsi hepçildir. Bazı böcekleri, küçük sürüngenleri ve leşleri yiyebilirler, fakat asıl besin değerleri çoğunlukla tomurcuklar, ince filizler, yapraklar ve temek olarak ağaçlardır. Gebelik süreleri altı aydır. Yavrular hemen hemen beş haftalık olana kadar annelerine sarılarak yaşarlar. Özellikle hindistan cevizleriyle kamufle olabilecekleri palmiye ağaçlarının taçlarına kısmen yuva yaparlar. Dişiler normalde her yıl bir yavru doğurur, fakat bazı zamanlar tembel hayvanlar tembel hayvanların düşük düzeydeki hareketliliği, dişilerin erkekleri bulmasını bir yıldan fazla uzatabilir. Bu hayvanların neslinin tehlike altında olduğu bilinmektedir. Güney Amerika'nın yağmur ormanlarının devam eden yıkımıyla, diğerlerinin de bu konuma gelmesi olasıdır.

 
 





PANGOLİN

  Pangolinler bazen canlı çam kozalakları diye de adlandırılır. Çünkü hayvanın vüzudundaki kıllar değişmiş, baş, sırt, kuyruk ve bacakları kaplayan iri birbirinin üstüne binen kahverengi pullar halini almıştır. Buna karşılık vücudun alt tarafı yumuşak ve tüylü, gövdesi ve kuyruğu uzundur. Pangolin'in burnu sivridir, ucunda küçük bir ağız ve dişsiz çeneler vardır. Uzun dilini hemen hemen 30 santim kadar uzatabilir. Gözleri küçük, kulakları saklıdır. Bacakları kısadır.  Her ayağında sağlam tırnaklı beşer parmak bulunur. Hayvan pençeleriyle toprağı kazar. Bu acayip, pullu hayvanların çoğu sivri tırnakları ve kuyruklarından yararlanarak ağaca tırmanırlar. Kuyruklarını ya bir dala sararak böylece aşağıya sallanır ya da ağacın gövdesine bastırarak bir destek gibi kullanırlar. Dev pangolinle Hint türü yerde yaşar. Hint pangolini kovalandığı zaman güvene erişmek için bazen ağaca tırmanır. Pangolinlerin hepsi de geceleri faal olur. Yerde yaşayan cinsler başka hayvanların kazdıkları inlerde, ağaçta yaşayan türleri de kovuklarda dinlenir.  Pangolin, bir termit yuvasının duvarlarını unun ön tırnaklarıyla parçalar, içerideki geçitleri uzun diliyle yoklarken de yine dik ya da yarı dik durur. Kuyruğu da gözdesini destekler. Pangolinin dili yapışkandır. Hayvan termitleri ağzına almak için dilini içeri çekip uzatır; ayrıca karıncaları da yer. Hayvan dilini hızla içeri çekerek su içer. İnsanlar tarafından beslenen pangolinler genellikle fazla dayanamaz, en fazla birkaç hafta yaşayabilirler. Otopsiler bu hayvanların midelerinde çok fazla asalak olduğunu göstermiştir. Bir pangolin, New York hayvanat bahçesinde iyice çekilmiş çiğ sığır eti, pişmiş tahıl lapası, süt tozu ve karınca yumurtasıyla beslenerek dört yıl yaşamıştır. Hayvana arada sırada çiğ yumurta, hint yağı ve yoğun vitamin de verilmiştir. Ama pangolinler için termit ve karıncanın çok gerekli olduğu anlaşılmaktadır.



    Aslında bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Tabiatın canlılığını, çeşitliliğini, ilginçliğini saymakla bitiremeyiz. Şu anda benim aklımda olanlar, dikkatimi çekenler bu tatlı hayvanlar. Fakat ilerleyen zamanlar da karşıma çıkan ilginç hayvanları tekrardan burada sizinle paylaşacağım..


19 Mayıs 2012 Cumartesi

Maksim Gorki

   Bu aralar asıl adı Aleksey Maksimoviç Peşkov olan fakat Maksim Gorki adıyla tanınan Rus yazarın "Benim Üniversitelerim" kitabını okuyorum. Bu kitabı bana Oğuz Atay önerdi. Evet evet yanlış duymadınız Oğuz Atay. Merhum rüyana mı girdi de önerdi diyenleriniz olabilir. Olsun deyiniz fakat Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar" adlı kitabını okuyanlar benim neden böyle dediğimi anlayacaklardır. Bir kitabı okurken yazarın başka kitapları ballandıra ballandıra anlatmaları okuduğum kitabı yarım bırakıp anlattıkları kitabı okumaya başlamama neden oluyor. Bende Oğuz Atay'ın kitabını bitirirken bir yandan da "Benim Üniversitelerim" i okumaya başladım. Birazdan vereceğim metinleri okuduktan sonra siz de benim gibi Oğuz Atay haklıymış diyeceksiniz.
     İlk önce Maksim Gorki'yi biraz tanıyalım. Çünkü yazdıkları kadar hayatı da bir o kadar ilgi çekicidir. Gorki (1868-1936), Ninji-Novgorod'da doğdu. Henüz çocukken öksüz kalan Gorki, büyükbabasının yanında büyüdü. Masalları ile büyüdüğü anneannesinin üzerinde büyük bir etkisi vardır. Yalnızca birkaç ay okula gidebilmiştir. Onbir yaşında çırak olarak çalışmaya başlar ve Rus işçi sınıfının yaşamını yakından tanır. Gorki'yi bir gemide bulaşıkçılık yaparken okuma merakı salar. Gençlik yıllarını Kazan'da geçirirken intihar girişiminde bile bulunmuştur. Hayatı yoksulluk ve acıyla geçtiği için Rusça'da acı anlamına gelen "Gorki" takma adını kullanmıştır.  Yazarlıkla hayatını kazanmaya başlayana kadar hiç durmadan, değişik işlerde çalışıp durmuştur.
     Öğrenim göremeyen Gorki kendi kendini yetiştirir ve Rusya içinde uzun gezilere çıkar. Bu geziler sırasında devrimcilerle tanışır. Birara tutuklanır fakat kamuoyunun yoğun baskısıyla serbest bırakılır. Gorki; halkın ve sıradan insanların yanısıra ezilen yığınları ve onları başkaldırılarını da romanlarına yansıtır. Ayrıca Gorki 1 Mayıs Marşı'nın söz yazarıdır. 
    Oğlunun 1935'teki ölümünü takiben Gorki'de 1936'da ölmüştür. Her ikisinin ölümü de şüphe altındadır. Zehirlendikleri iddia edilmiş fakat kanıtlanamamıştır. 1938'de Gorki'nin NKVD (Rusya İçişleri Halk Komiserliği) başkanı tarafından öldürüldüğü itiraf edilmiştir.
   "Benim Üniversitelerim" adlı okuduğum kitabında yaşamının bir kesitini anlatmış. Her ne kadar çevirisini okusam da (ki burada çevirmenlere de büyük iş düşüyor) akıcı bir dili var ve tasvir yeteneği çok güçlü. Toplumun değişik katmanlarındaki kişileri tecrübeleri ve izlenimleriyle realist bir biçimde aktarmış.
   Evet şimdi  Maksim Gorki'den seçtiğim bir kısım metinleri okuyalım :

               -                      -                         -

   "Gelişme insanoğlunu avutmak için uydurulmuş bir kavramdır" dedi. "Yaşam akla uygun değil, her türlü anlamdan yoksun... Tutsaksız gelişme olmaz olamaz! Çoğunluk azınlığa boyun eğmezse 'İnsanlığın gelişmesi' denilen çark durur. Yaşantımızı kolaylaştırmaya çalışıyoruz derken, onu daha da zorlaştırıyor, emeği çoğaltıyoruz. Fabrikalar makinalar niçin? Daha çok makina yapabilmek için değil mi? Aptalca birşey bu! İşçiler gitgide çoğalıyor. Oysa yalnız ekmeği üreten köylü lazım bize. Ekmek, emek harcayarak doğadan alınacak yararlı tek şeydir. İnsanın ihtiyacı ne kadar az olursa, o kadar mutlu olur. İstekler çoğaldıkça özgürlük de azalır..."
   Belki tek tek bu sözcükleri değil ama, bu şaşırtıcı fikirleri, hem de böyle sipsivri, çırılçıplak bir halde ilk kez duyuyordum. Heyecandan konuşması çığlık halini alınca susuyor, gözlerini iç odalara açılan kapıya korku ile dikiyor, bir an sessizliği dinliyor ve tekrar aynı taşkınlıkla mırıldanmaya başlıyordu :
   "Şunu iyi bil: Çok az şey gereklidir insanoğluna; bir parça ekmek ve bir kadın..."
  Kadından, gizemli bir fısıltıyla, bilmediğim sözlerle, okumadığım dizelerle söz etmeye başlayınca, birden hırsız Başkin'i anımsattı bana.
       ...
   
   "Dünya'yı yöneten aşk ve açlıktır!" diyen adamın ateşli mırıltılarını dinlerken, bu sözlerin "Çar ve Açlık" devrimci broşürünün başlığı altında dizili olduğunu anımsadım. Bu anı da düşüncelerime özel bir anlam verdi.
   "Unutma, insanlar avunmak istiyor, bilgi değil"
       ...

   "Siz bizimle birliktesiniz, ama bizden değilsiniz. İşte demek istediğim bu. Aydınlar huzursuzluktan hoşlanırlar. Onlar, çok eski devirlerden beri ayaklanmalara katılmışlardır. İsa'nın idealist olduğu ve dünya dışı amaçlar uğruna ayaklandığı gibi, tüm aydınlar da bir ütopya uğruna ayaklanıyorlar. İdealist bir amaç için ayaklanıyorlar, ama onunla beraber işe yaramayan alçaklar, reziller, yeryüzünde kendilerine bir yer bulamayan ipsiz sapsızlar da ayaklanıyor... İşçi niçin ayaklanır? Devrim için, üretim araçlarının ve üretimin haklı bir şekilde paylaştırılmasını sağlamak için. İktidarı tamamen ele geçirdikten sonra devletle uyuşacaklarını mı sanıyorsunuz? Asla! Hepsi dağılacak ve herkes kendi çıkarına göre bir düzen ve sadece kendisi için rahat bir köşecik kurmaya çalışacak. Teknik mi diyorsunuz? O boğazımızdaki düğümü daha da sıkıyor, bizi daha da sağlam bağlıyor. Hayır, gereksiz zahmetten kurtulmalıyız. İnsan sessizlik ister. Fabrikalar, bilimler rahatlık getirmeyecektir. Bireyin ihtiyacı azdır. Bana sadece küçük bir ev yetiyorken ne diye kent kuracakmışım? İnsanların toplu olarak yaşadıkları yerde su yollarına, kanalizasyona, elektriğe gerek var. Ama bunlarsız yaşamayı bir deneyiniz, göreceksiniz ne kadar rahat edeceksiniz ve yaşam ne kadar kolay gelecek size. Hayır, bizde pek çok işe yaramaz şey var ve bunların hepsi de aydınların yüzünden. Bu inançla diyorum ki: Aydınlar zararlı bir sınıftır!..."
  Ona, hiç kimsenin biz Ruslar kadar yaşamı bu denli derin ve keskin bir şekilde anlamsızlaştıramadığını söyledim. Arkadaşım gülerek :
   "Rusça en özgür ulus biziz de ondan" dedi, "Yalnız darılmayınız, doğru söylüyorum ben; milyonlarca insanımız benim gibi düşünüyor, ama ne yazık ki söylemesini beceremiyorlar. 
   Yaşamı elimizden geldiğince sadeleştirmeye çalışmalıyız. Göreceksiniz o zaman insanlara karşı bu denli acımasız olmaz."
  Onunla konuşmamızdan sonra elimde olmayarak düşünüyordum. Ya milyonlarca Rus, gerçekten de devrimin ağır işkencelerine, ruhlarının derinliklerinde, sadece çalışmaktan kurtulma umudu besleyerek katlanıyorlarsa ne olacak? Az emek çok zevk... Bu gerçekleşme olasılığı bulunmayan her ütopya gibi çok çekici ve sürükleyici bir şey.
     Henrih İbsen'in şu şiirini hatırladım:

    "Ben mi tutucuyum? Asla!
    Neydiysem bugüne dek, hep aynı şeyim.
    Sevmem yerini değiştirmeyi taşların.
    Ama bütün oyunu karıştırmak isterim.
    Yalnız bir devrim anımsıyorum, en akıllısı
    Yıkabilirdi, boğabilirdi herşeyi.
    Anlıyorsunuz değil mi?
    Tufan'dan söz ediyorum.
    O zaman da aldattılar şeytanı,
    Diktatör oldu Nuh, biliyorsunuz.
    Daha dürüst yapabilseydiniz siz
    Yardıma koşmaktan kaçınmazdım.
    Uğraşın bakalım siz Tufan için.
    Kendimce iyiyi ben yapacağım.
    En büyük sevinçle Nuh'un gemisine
    Torpili atacağım..."

   

   










Deneme Bir İki

   Blog, sözlük anlamı ile; teknik bilgi gerektirmeden, kendi istedikleri şeyleri, kendi istedikleri şekilde yazan insanların oluşturabildikleri web siteleri imiş. Kelime İngilizce'den "web" ve "log" kelimelerinin birleşmesinden oluşmuş. Blog, günümüzde çoğu insanın kullandığı ve bence gelecekte herkesin mutlaka edineceği birnevi e-günlük. Bende ne zamandır bir blog açmayı planlıyordum fakat kısmet bugüneymiş. Aslında bloğu açma nedenim burada edebiyat parçalamak, hayatımda neler oluyor neler bitiyor sizlere (sizler de kimse artık, denk gelir de birisi okursa işte) anlatmak yahut "bak şu ülkeyi gezdim mutlaka gitmelisin, bak şu şehrin yemekleri harika mutlaka gidip yemelisin" tarzı öneriler sunmak değil. Ki zaten sık sık ülke gezmeye imkanları olan biri değilim. İstanbul dışına çıkabilirse öpüp başına koyan insanlardanım.
   Gelelim bu bloğu açma nedenlerime. Geçen günlerde fark ettim ki okuduğum kitaplar da ilgimi çeken metinlerin sadece altını çizmekle kalabiliyorum. Tabi kitap benimse o da. Eğer kitabı kütüphaneden almışsam değil çizmek başına birşey gelmesin diye dört dönüyorum etrafında. Altını çizdiğim o metinler kitabın bitmesiyle ya rafa kaldırılıyor ya da olur da şansa bala birinin eline geçerse ancak o zaman okunabiliyor. Bu durum uzunca bir zamandır kafamı kurcalıyordu. Bende belki bir blog açmanın bu problemime bir çözüm teşkil edeceğini düşündüm. Okuduğum kitaplardaki güzel cümleleri, önemli metinleri, usta kalemlerden çıkmış yaşam hikayelerini bu şekilde not tutmuş olabileceğim ve bloğum üzerinden geriye dönüp nerede ne okumuşum, neler ilgimi çekmiş hatırlayabileceğim. Bu neden blog açma nedenlerimin yüzde yetmişini oluşturuyor. Diğer nedenlerim de merak ve "herkesin var benim niye yok anne?" hesabı bilirsiniz. Şimdiden herkese teşekkür ediyor ve bloğumun bu güzel 19 Mayıs gününde vatana millete hayırlı olmasını diliyorum..