11 Haziran 2012 Pazartesi

Aziz Nesin 3

Aziz Nesin'in "Şimdi Avrupa" kitabından bir öykü;

DÜDÜKLÜ TENCERE FABRİKASI
   Yerli endüstriyi korumak hepimizin görevidir.
   Düdüklü tencere fabrikası basına bir çağrı yapınca çok sevindim. Birçok gazeteci oradaydık. Gelenleri daha kapıdan karşılıyorlardı. Müdür güler yüzlü bir adamdı. Yerinden kalkıyor, salonun kapısında gazetecilerin ellerini sıkıyor, koluna giriyor, onları rahat koltuklara oturtuyordu.
   Memleketimizde milli sanayinin  düdüklü tencere yapacak kadar ilerlemiş olmasından çok sevinçliydim. Müdür hepimize ayrı ayrı cigaralar sunduktan sonra, zile bastı, içeri giren temiz kıyafetli adamına, 
   - Beylere bak ne emrediyorlar... dedi.
   Sonra bizlere döndü,
   - Gayet güzel, nefis çilek şurubumuz var, dedi.
   Otuz kadar gazeteciydik. Kimimize çay kahve kimimize çilek şurupları geldi. Önce havalardan konuştuk. Oradan yerli filmciliğimize geldik, sonra balıkçılığımızı kalkındırmak için yapılması gereken işlere atladık. Arada, birkaç müstehcen fıkra anlatılıp gülüşüldü. İçimizde son derece espri yapmaya meraklı soğuk adamlar olduğundan salon tuluat sahnesine dönmüştü. Birara basur memelerinden şikayet eden bir gazeteciye, fabrika mühendisi bir ilaç salık verdi. Müdür nazik bir şekilde hepimizi öğle yemeğine davet etti.
   Uzun masada koçyumurtasından tutun, balık yumurtasına kadar, kuşsütünden deve sütüne, av etinden deve etine herşey vardı. Yemek o kadar gülüşmelerle, şakalaşmalarla geçti ki, azkalsın arkadaşlardan biri tavuk budu ağzında gülerken boğulacaktı.
   Yemekten sonra kahveler içildi, cigaralar tellendirildi. Gazetelerin iktisat yazarlarından çoğu, başka işleri olduğu için,
   - Malum ya, gazetecilik, diye müdürden özür dileyerek fabrikadan ayrıldılar.
   Hepimiz herşeyi bildiğimiz için musikiden atom bombasına, tiyatrodan jet uçaklarına kadar her konuda yetkiyle konuştuk. Saat on yedi olmuştu. Müdür,
   - Büfeye buyurun, dedi.
   Büfe o kadar mükemmeldi ki, öğleyin yediğimiz yemeklerin henüz hazmolmadığına hepimiz üzüldük. İştahımızı açması için içkiye kuvvet verdik. Soğuk mezelerle votka, taze meyvelerle şarap, şekerlemelerle likör, kuru meyvelerle rakı, peynir çeşitleriyle bira ve mezesiz olarak viski, cin gibi yabancı uyruklu içkiler içtik.
   Arkadaşların bir kısmı daha gitti. Ben kendi hesabıma, milli sanayimize fazla önem verdiğim için, düdüklü tencere fabrikamız hakkında ne zaman bilgi edineceğiz diye bekliyordum.
   Saat yirmiye doğru üç kişi kalmıştık.
   Bir spor yazarı, biri de gazetelerden birinde çapraz bulmaca yapan bir arkadaş, bir de ben mizah yazarı.
   Müdür, "Yedirdik, içirdik işte, daha ne bekler bu herifler..." der gibi yüzümüze bakınca, spor yazarına yavaşça sordum:
   - Ne olacak?
   - Beni müdür bey otomobiliyle götürecek, onu bekliyorum.
   Öbürünün de müdür eski arkadaşıymış. Konuşacak laf da bitmişti. Utanarak,
   - Fabrikanız hakkında biraz bilgi edinebilir miyim? diye müdür beye sordum.
   Müdür biraz şaşkın, kurşun kalemi dişlerinin arasında ezerek,
   - Ha, dedi, fabrika mı? Biliyorsunuz bu fabrika... düdük... yani... düdüklü tencere fabrikasıdır. Fabrikamızda günde yirmi yedi tane düdüklü tencere yapılır. Ben geldiğim zaman, günlük randıman beş tencereydi. Yakında bu miktarı kırk tencereye kadar çıkarabileceğimizi umuyorum. Biliyorsunuz hükümet her vatandaşı ev sahibi yapmak gibi, yine her vatandaşı eşya sahibi yapmayı da programına almıştır. Bu sebeple fabrikamızın randımanını arttıracağız. Ancak, bazı zorluklarla karşılaşıyoruz. Bu zorlukları rica ederim gazetenize yazmayın, hususi olarak size söylüyorum. Düdüklü tencere fabrikası için lazım olan malzeme, yani tencere, tencerenin kapağı, vidaları, düdük vesair parçaları hep Amerika'dan gelir. Ama biz burada monte eder, düdüklü tencere yaparız. Yani Türk işçisinin alın teriyle olur. Üzerine "Yerli Malı" diye de madeni bir etiket koyarız. Bu etiketler de Amerika'dan gelir. Fabrika, Türk ve Amerikan sermayesiyle ortak kurulmuştur. Parası bizden, akıl vermesi onlardan!
   Fakat son zamanlarda parçalar gelmediği için düdüklü tencere yapmakta zorluk çekiyoruz. Bizim düdüklü tencerelerimiz, Avrupa'nın ve Amerika'nın düdüklü tencerelerinden her bakımdan üstün. Bir kere bizim düdüklülerin sesi gayet tatlıdır. Mesela tencerenize fasulye koydunuz da pişti , değil mi? Düdük öyle tatlı, öyle ahenkli öter ki, radyoda saz takımı çalıyor sanırsınız. Halbuki Amerika ve Avrupa'nın düdüklü tencereleri, birdenbire tiz bir sesle öterler. Bu yüzden kaç gebe kadın korkudan bebeğini düşürmüştür. Sonra bizim düdükler daha uzun müddet öterler. Yani her bakımdan yabancı mallarına üstündür. Yalnız dediğim gibi malzeme bulamıyoruz. Çok şükür memleketimizde düdük çok, fakat tencere yok. Şimdi biz buna karşı bir çare düşündük. Yalnız düdük yapıp piyasaya çıkarıyoruz. İsteyen tenceresini kendi alır, yemeğini pişirir. Arasıra gider bakar, yemek pişmişse düdüğü öttürür, yemek pişti diye haber verir. Bu suretle düdüklü tencere sahibi olur.
   Hem bunun başka faydaları da var: İsteyen düdük yerine, boru, keman, davul kullanır. O zaman kemanlı tencere, davullu tencere olur ki, bu buluş yalnız bize mahsustur. Davullu tencere olursa, evde ve mahallede yemeğin piştiğini duymayan kalmaz.
   Müdüre verdiği bilgiden ötürü teşekkür ederek fabrikadan ayrıldım. Ertesi gün gazetelerde, gezdiğimiz fabrika hakkında, ziyafetteki gazeteciler şöyle yazılar yazmışlardı:
   "Kalkınan Sanayimiz"
   "Yerli düdüklü tencerelerimiz, her bakımdan Avrupa'dakinden üstün"
   "Yılda yirmi beş milyon düdüklü tencere yapıyoruz." ve daha neler... 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder